Kahve Kitap
Aziz Terzi
Köşe Yazarı
Aziz Terzi
 

İslamcılık ; Savrulma ve Sürüklenme

  İslâm’ı fikir ve metod bütünlüğü içinde idrak edemeyen kimse ve kesimlerin geldikleri nokta ve yaşanan savrulmalar son zamanlarda çok daha bariz bir şekilde görülmeye başlanmıştır. Toplumu İslâmi bir hâle dönüştürmek için yola çıkanların, uzun yıllar boyunca verilen mücadeleler neticesinde nasıl dönüştükleri ve sözde mücadele ettikleri sistemin bir parçası hâline geldikleri ibretlik bir şekilde ortaya çıkmıştır/çıkmaya devam etmektedir. Gerek cemaatsal yapıların yaşadığı dönüşüm gerekse de siyasi partilerin yaşadığı/yaşattığı savrulmalarla geldikleri son durum, fikir ve metottan yoksun kitleleşmelerin içine düştükleri girdapta nasıl da dibe doğru sürüklendiklerini net bir şekilde gözler önüne sermiştir. Gelin, fikir ve metottan yoksun olan kitleleşmelerin savrulma ve sürüklenme sürecinin hikâyesini beraberce okuyalım. Aslında bu gelinen son nokta uzun yıllar öncesinde başlayan İslâmi fikir ve metottan kopuk kitleleşmelerin neticesidir. Aslında sorun sadece bugün gelinen nokta değildir, aslında sorun daha ilk yola çıkışta başlamış bir sorundur. Hilafetin yıkılmasından sonra “Müslümanlar neden bu hâlde ve bu hâlden nasıl kurtulabilir?” sorusuna verilen farklı cevaplar farklı fikirlerin, farklı metotların, farklı kitleleşmelerin hayat sahnesinde yer almasına yol açtı. Kimisi sorunun kaynağını Müslümanların dinlerini öğrenmemelerine bağlamış; medreseler, okullar kurarak Müslümanların bulunduğu kötü hâlden kurtulacağına inanmış, kimisi iman eksikliğinde görmüş ona göre bir yol takip etmiş, kimisi de ahlaken bir yozlaşmanın olduğunu söyleyerek  irşat çalışmalarına başlamıştı. Herkes kapısının önünü süpürürse yaşadıkları mahallenin de temiz olacağını sanıyordu. Bu bir zamanların ve hatta halen devam edegelen meşhur anlayış idi. Herkes evinin önünü süpürdü-süpürmeye çaba harcadı ve süreç içinde biriken pisliğin kokusu tüm mahalleyi kaplayınca herkes birbirine bakmaya başladı. Çünkü toplumsal yapının dinamikleri ihmal edilmiş, toplumsal dönüşüm dinamikleri göz ardı edilmişti.  Müslümanlardaki ahlak, eğitim ve ruhani eksiklikler giderildiğinde her şeyin kendiliğinden düzeleceğini düşünen ve mücadelelerini sadece bunlarla sınırlandıran ve sistem tasavvurundan uzaklaşan bu kitleleşmeler daha yolun başında kaybetmişlerdi aslında. 1950’li yıllara gelindiğinde ise bu yanlış kitleleşmelerle yaşanan başarısızlıklar yeni arayışlara yol açmış, siyasetin içinde olmadıkça Müslümanların hiçbir kazanım elde edemeyeceği fikri yaygınlaşmıştı. Bu durum siyaset ve siyasi çalışmanın öneminin anlaşılması açısından olumlu bir durum olsa da doğru temeller üzerine bina edilmediği, sistem içi siyasal yapı içince bir çabaya evrildiği için doğru sonuçlar da vermemiştir. Zira ümmet içerisindeki zehirli fikirler İslâmi düşünce metodunu felce uğratmış ve zihinleri bulanıklaştırmıştı. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ortaya çıkan ve Hilâfet’in yıkılışının fikrî temellerinin alt yapısını oluşturan reformist düşünceler İslâmi siyasi atmosferi zehirlemişti. Bu düşünceye göre şartların değişmesiyle hükümler değişebilirdi, parlamento aslında bir şura heyetiydi, Müslümanların maslahatı ve menfaati İslâm’ın özünü oluşturmaktaydı onlara göre. Herhangi bir şer’î delil aranmaksızın Müslümanların menfaatine gibi görünen! her şeyi İslâm’dan bir parça olarak görmüşlerdi. İşte bu düşünceler neticesinde demokratik sistem içerisinde siyasi parti kurmak, bu parti vasıtasıyla Müslümanların menfaatini savunmak İslâm’ın maksadı olarak görüldü ve gösterildi. İlk olarak Milli Nizam Partisi tam da bu düşüncelerle siyasi hayata atılmıştır. Parti kurucuları ve yöneticilerindeki temel düşüncesi, Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Batı etkisinde ortaya çıkmış modernist çizginin güncellenmiş versiyonundan başkası değildi. Bu yüzden onlara yön veren şer’i hükümler değil, şartlar ve menfaatlerdi. Gelin Türkiye tarihine bir göz atalım. 1945’te kurulan Milli Kalkınma Partisi ilk İslâmcı siyasi parti olarak kabul edilir. İslâm birliğini savunan bu parti ne 1946 ne de 1950 seçimlerinde bir varlık gösterebilmişti. İslâm Koruma Partisi ise kurulduktan iki ay sonra “laikliğe aykırı faaliyetleri” sebebiyle sıkıyönetim tarafından kapatılmıştı. 1948’de kurulan Millet Partisi ise 1950 seçimlerinde %4,6 oy almış fakat Demokrat Parti’nin girişimiyle bu parti de “dini siyasete alet etme” iddiasıyla 1954’te kapatılmıştı. 1951’de kurulan İslâm Demokrat Partisi de diğerleriyle aynı kaderi paylaşmış, kurulmasından bir yıl sonra “dini siyasete alet ettiği” gerekçesiyle kapatılmıştı. 1970 yılında başlayan parti girişimi kısa sürmüş ve laik refleks devreye girerek Milli Nizam Partisi 1971 yılında kapatılmış ve kurucu lider Erbakan İsviçre’ye gitmişti. 12 Mart 1971 Askerî İhtilali’nin generallerinden Turgut Sunalp ve Muhsin Batur İsviçre’ye giderek, kapatılmama garantisi vererek Erbakan’ı yeni bir parti kurmaya ikna etmiştir. Bunun üzerine 1972 yılında Milli Selamet Partisi kurulmuştu. Milli Selamet Partisi yöneticilerine göre, “Türkiye gibi laikliğin zorbalık derecesinde tatbik edildiği bir ülkenin siyasi hayatına dahil olmak elbette bazı söylemlerin arka planda bırakılmasını gerektiriyordu!” Kamuoyuna açık söylemlerde anayasal düzene bağlı olduklarını ısrarla dile getirirken; tabanı kontrol etmek için ise şartların oluştuğunda İslâm şeriatını getireceklerini söylüyorlardı. Bu söylemler karşısında heyecanlanan Müslümanlar demokratik seçimlerde Milli Selamet Partisi’ne oy vermeyi “cihat”, liderini ise “mücahit” olarak isimlendirmişlerdi. 1979’daki İran İslâm Devrimi’nin de etkisiyle parti tabanındaki heyecan daha da artmıştı. “Dinsiz devlet yıkılacak elbet”, “Şeriat gelecek yüzler gülecek”, “Şeriat İslâm’dır, anayasa Kur’an’dır” sloganları Milli Selamet Partisi tabanında sıkça dile getirilmeye başlanmıştı. 1980 yılında Konya’da düzenlenen “Büyük Kudüs Mitingi” laik çevreler için bardağı taşıran son damla olmuş, Milli Selamet Partisi yöneticilerinin bu radikal eğilimi kontrol altında tutamayacağı kanaati ağır basması da 1980’deki Askeri Darbenin gerekçelerinden birini oluşturmuştur. Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet ve Saadet; işte bu partilerin siyasal hayatları boyunca her kapatmanın ardından söylemlerinde sekülerleşme daha da barizleşti. Nitekim 19 Kasım 2018 tarihinde İngiliz The Guardian Gazetesi’ne konuşan Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu “İngiliz tipi laiklik” istediğini söylemişti. 2020 yılında ise verdiği bir röportajda şöyle demişti: “Laikliğe aykırı olduğumuzu ileri sürerek zamanında bizim partilerimizi kapattılar. Ben buna itiraz ediyorum. Biz laikliğe karşı değiliz, Türkiye’de yapılan laiklik tanımı yanlış. Kavramları yeniden tanımlamamız gerekir. Türkiye’nin ihtiyacı özgürlükçü bir laiklik.”  “Dinsiz devlet yıkılacak  elbet” sloganlarıyla başlayan siyasal İslâm serüvenin geldiği nokta laikliğin savunuculuğuna dönüşmüştür. Aslında bu durum İslâm coğrafyasındaki tüm siyasi hareketler için geçerli bir durumdur. 2011’den sonra Tunus’taki Nahda’nın siyasal pozisyonu ülkenin önemli siyasal aktörleriyle uzlaşı gerçekleştirerek Tunus siyasetinin kalıcı öznelerinden biri olabilmek amacı çerçevesinde şekillenmiştir. Uzun yıllar siyasal İslâmi söylemleri dile getiren hareket Tunus seküler sistemi içerisinde yer alabilmek için keskin bir dönüşüm sergilemiştir.   Nahda’nın Mayıs 2016’da gerçekleştirilen 10. Kongresinde, parti ideolojisinin artık siyasal İslâmcılıkla tanımlanamayacağı, bunun yerine “Müslüman demokratlar” kavramının kullanılacağının altı çizilerek seküler ilkeler temelinde siyaset yürütüleceği vurgulanmıştır. Dikkat edilirse Nahda’daki dönüşüm ile AK Parti’nin kuruluşundaki dönüşüm ve söylem birbiriyle tıpa tıp örtüşmektedir. 2002 yılında Newsweek Dergisi’ne konuşan Recep Tayyip Erdoğan partisinin İslâmcı ya da dine dayalı bir parti olmadığını belirterek, “Bizi bu kategoriye Türk basını sokmaya çalıştı.” demişti. Partinin kuruluşunda ve sonrasında “Millî Görüş gömleğini  çıkarttık!” diyerek partisinin laik demokratik düzlemde Batı ve değerleriyle barışık Muhafazakâr Demokrat bir parti olduğunu dile getirmişti. Siyasal İslâmcı çizgi olarak tarif edilen demokratik/laik partileşme serüveni büyük hayal kırıklıklarına ve savrulmalara yol açmıştır. Demokratik sistem içerisinde partileşmenin, adı konulmamış hedef olan İslâm Devleti, ulaşılması imkânsız bir ütopya hâlini almış, önce söylemlerden sonra zihinlerden sonra da kalplerden uzaklaşmıştır. Laik sistem içerisinde konumlanarak seçimlerle iktidar olduktan sonra devleti İslâmileştireceğini söyleyenler iktidara geldiklerinde laik devletin savunucusu ve koruyucusu olmuşlardır. Hatta diğer Müslüman ülkelere laikliği bile tavsiye etmişlerdir. Bilindiği gibi Erdoğan, Arap Baharı sonrası gittiği Mısır’da şöyle demişti: “Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.”   Savrulma o kadar barizdir ki bir zamanlar silahlı mücadele yolu ile sistemi değiştireceklerini iddia edenlerde sistemin içerisinde kendisine bir yer edinme mücadelesine girişmişlerdir. Çizgileri şer’î hükmün belirlemediği  her hareketin ulaşacağı nokta kuşkusuz güce boyun eğmekle sonuçlanacaktır. Aynı şekilde Mısır’daki Selefi Nur Hareketi de bunun için çarpıcı bir örnektir. Selefi Davet olarak bilinen grup Hüsnü Mübarek’in görevden ayrılmasına sebep olan 25 Ocak 2011 devrimine katılmamıştı ve devrime karşıydı. Zira bu devrim, onlara göre “yöneticiye karşı çıkmaktı” ve caiz değildi. Selefi Davet, siyasi partileri ve gösterilere katılmayı da haram kabul ediyordu. Fakat devrim başarılı olur olmaz büyük bir hızla partilerini kurdular ve kısa süre önce “küfür” olduğu ve “caiz” olmadığını belirttikleri demokratik siyasi sürece girdiler. Mursi’yi deviren askerî darbeyi, ardından Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Sisi’yi desteklediler. Gelinen noktada fikir ve metottan yoksun İslâmi hareketler en pragmatiğinden sözde en cesuruna en sertinden en yumuşağına kadar tüm akımlar bir şekilde demokratik sisteme entegre olmuş durumdadır. Tam da ABD menşeili RAND Corporation’un hazırladığı raporda hedeflediği gibi demokratik düzlem radikal olarak tabir edilen İslâmi hareketleri dahi eritmiş  ve sistemden bir parça hâline dönüştürmüştür. Usûlden, asıldan, şer’î hükümden, kırmızı çizgiden yoksun bu siyasi partiler Müslümanları, ehven-i şerreyn ile aldattı ve çıkmaz bir sokağa sürükledi. Onların kimliklerini başkalaştırdı. İslâmi şahsiyetlerini bozdu ve menfaat düşkünü, söyledikleriyle yaptıkları birbiriyle uyuşmayan, dün söylediklerini bugün inkâr eden, güvensiz, sadakatsiz, hakka tabi olmayan, adaleti sadece kendisi gibi düşünenler için arayan bireyler hâline dönüştürdü ki bu, Allah katında büyük bir vebal ve büyük bir cürümdür. Allah’ın yardımı ise, Allah’ın dinini eğip bükenlere, göz ardı edenlere, öteleyenlere gelmeyecektir. Bilakis tüm zorluklara, tüm sıkıntılara, dışlanmaya, yalnız bırakılmaya, eziyet görmeye, tehditlere, işkencelere rağmen şer’î hükümlere tabi olmada ve Rasulullah’ın metodunu takip etmede sebat edenlere gelecektir. Allah’ın emir ve hükümlerine tabi olmaktan başka maslahat aramayan, Rabbini razı etmekten başka bir menfaat gütmeyen, İslâm’ı, dinin sahibinin göstermiş olduğu metot üzere taşıyan, bu yolda sebat ederek umudunu hiçbir zaman yitirmeyenlere gelecektir.   “Şayet Allah size yardım ederse sizi yenecek hiç kimse yoktur. Sizi yardımsız bırakacak olursa (Allah’a rağmen) size yardım edecek kim vardır? Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” (3/Âl-i İmran, 160) Allah’ın nusreti ve yardımı ile zafere ulaşmanın yegâne yolu ise fikir ve metotta sadece İslâm’a bağlı kalmaktır
Ekleme Tarihi: 26 Nisan 2023 - Çarşamba

İslamcılık ; Savrulma ve Sürüklenme

 

İslâm’ı fikir ve metod bütünlüğü içinde idrak edemeyen kimse ve kesimlerin geldikleri nokta ve yaşanan savrulmalar son zamanlarda çok daha bariz bir şekilde görülmeye başlanmıştır. Toplumu İslâmi bir hâle dönüştürmek için yola çıkanların, uzun yıllar boyunca verilen mücadeleler neticesinde nasıl dönüştükleri ve sözde mücadele ettikleri sistemin bir parçası hâline geldikleri ibretlik bir şekilde ortaya çıkmıştır/çıkmaya devam etmektedir. Gerek cemaatsal yapıların yaşadığı dönüşüm gerekse de siyasi partilerin yaşadığı/yaşattığı savrulmalarla geldikleri son durum, fikir ve metottan yoksun kitleleşmelerin içine düştükleri girdapta nasıl da dibe doğru sürüklendiklerini net bir şekilde gözler önüne sermiştir.

Gelin, fikir ve metottan yoksun olan kitleleşmelerin savrulma ve sürüklenme sürecinin hikâyesini beraberce okuyalım. Aslında bu gelinen son nokta uzun yıllar öncesinde başlayan İslâmi fikir ve metottan kopuk kitleleşmelerin neticesidir. Aslında sorun sadece bugün gelinen nokta değildir, aslında sorun daha ilk yola çıkışta başlamış bir sorundur.

Hilafetin yıkılmasından sonra Müslümanlar neden bu hâlde ve bu hâlden nasıl kurtulabilir?” sorusuna verilen farklı cevaplar farklı fikirlerin, farklı metotların, farklı kitleleşmelerin hayat sahnesinde yer almasına yol açtı. Kimisi sorunun kaynağını Müslümanların dinlerini öğrenmemelerine bağlamış; medreseler, okullar kurarak Müslümanların bulunduğu kötü hâlden kurtulacağına inanmış, kimisi iman eksikliğinde görmüş ona göre bir yol takip etmiş, kimisi de ahlaken bir yozlaşmanın olduğunu söyleyerek  irşat çalışmalarına başlamıştı.

Herkes kapısının önünü süpürürse yaşadıkları mahallenin de temiz olacağını sanıyordu. Bu bir zamanların ve hatta halen devam edegelen meşhur anlayış idi. Herkes evinin önünü süpürdü-süpürmeye çaba harcadı ve süreç içinde biriken pisliğin kokusu tüm mahalleyi kaplayınca herkes birbirine bakmaya başladı. Çünkü toplumsal yapının dinamikleri ihmal edilmiş, toplumsal dönüşüm dinamikleri göz ardı edilmişti.  Müslümanlardaki ahlak, eğitim ve ruhani eksiklikler giderildiğinde her şeyin kendiliğinden düzeleceğini düşünen ve mücadelelerini sadece bunlarla sınırlandıran ve sistem tasavvurundan uzaklaşan bu kitleleşmeler daha yolun başında kaybetmişlerdi aslında.

1950’li yıllara gelindiğinde ise bu yanlış kitleleşmelerle yaşanan başarısızlıklar yeni arayışlara yol açmış, siyasetin içinde olmadıkça Müslümanların hiçbir kazanım elde edemeyeceği fikri yaygınlaşmıştı. Bu durum siyaset ve siyasi çalışmanın öneminin anlaşılması açısından olumlu bir durum olsa da doğru temeller üzerine bina edilmediği, sistem içi siyasal yapı içince bir çabaya evrildiği için doğru sonuçlar da vermemiştir. Zira ümmet içerisindeki zehirli fikirler İslâmi düşünce metodunu felce uğratmış ve zihinleri bulanıklaştırmıştı.

Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ortaya çıkan ve Hilâfet’in yıkılışının fikrî temellerinin alt yapısını oluşturan reformist düşünceler İslâmi siyasi atmosferi zehirlemişti. Bu düşünceye göre şartların değişmesiyle hükümler değişebilirdi, parlamento aslında bir şura heyetiydi, Müslümanların maslahatı ve menfaati İslâm’ın özünü oluşturmaktaydı onlara göre. Herhangi bir şer’î delil aranmaksızın Müslümanların menfaatine gibi görünen! her şeyi İslâm’dan bir parça olarak görmüşlerdi.

İşte bu düşünceler neticesinde demokratik sistem içerisinde siyasi parti kurmak, bu parti vasıtasıyla Müslümanların menfaatini savunmak İslâm’ın maksadı olarak görüldü ve gösterildi. İlk olarak Milli Nizam Partisi tam da bu düşüncelerle siyasi hayata atılmıştır. Parti kurucuları ve yöneticilerindeki temel düşüncesi, Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Batı etkisinde ortaya çıkmış modernist çizginin güncellenmiş versiyonundan başkası değildi. Bu yüzden onlara yön veren şer’i hükümler değil, şartlar ve menfaatlerdi.

Gelin Türkiye tarihine bir göz atalım. 1945’te kurulan Milli Kalkınma Partisi ilk İslâmcı siyasi parti olarak kabul edilir. İslâm birliğini savunan bu parti ne 1946 ne de 1950 seçimlerinde bir varlık gösterebilmişti. İslâm Koruma Partisi ise kurulduktan iki ay sonra “laikliğe aykırı faaliyetleri” sebebiyle sıkıyönetim tarafından kapatılmıştı. 1948’de kurulan Millet Partisi ise 1950 seçimlerinde %4,6 oy almış fakat Demokrat Parti’nin girişimiyle bu parti de “dini siyasete alet etme” iddiasıyla 1954’te kapatılmıştı. 1951’de kurulan İslâm Demokrat Partisi de diğerleriyle aynı kaderi paylaşmış, kurulmasından bir yıl sonra “dini siyasete alet ettiği” gerekçesiyle kapatılmıştı.

1970 yılında başlayan parti girişimi kısa sürmüş ve laik refleks devreye girerek Milli Nizam Partisi 1971 yılında kapatılmış ve kurucu lider Erbakan İsviçre’ye gitmişti. 12 Mart 1971 Askerî İhtilali’nin generallerinden Turgut Sunalp ve Muhsin Batur İsviçre’ye giderek, kapatılmama garantisi vererek Erbakan’ı yeni bir parti kurmaya ikna etmiştir. Bunun üzerine 1972 yılında Milli Selamet Partisi kurulmuştu. Milli Selamet Partisi yöneticilerine göre, “Türkiye gibi laikliğin zorbalık derecesinde tatbik edildiği bir ülkenin siyasi hayatına dahil olmak elbette bazı söylemlerin arka planda bırakılmasını gerektiriyordu!” Kamuoyuna açık söylemlerde anayasal düzene bağlı olduklarını ısrarla dile getirirken; tabanı kontrol etmek için ise şartların oluştuğunda İslâm şeriatını getireceklerini söylüyorlardı. Bu söylemler karşısında heyecanlanan Müslümanlar demokratik seçimlerde Milli Selamet Partisi’ne oy vermeyi “cihat”, liderini ise “mücahit” olarak isimlendirmişlerdi.

1979’daki İran İslâm Devrimi’nin de etkisiyle parti tabanındaki heyecan daha da artmıştı. “Dinsiz devlet yıkılacak elbet”, “Şeriat gelecek yüzler gülecek”, “Şeriat İslâm’dır, anayasa Kur’an’dır” sloganları Milli Selamet Partisi tabanında sıkça dile getirilmeye başlanmıştı. 1980 yılında Konya’da düzenlenen “Büyük Kudüs Mitingi” laik çevreler için bardağı taşıran son damla olmuş, Milli Selamet Partisi yöneticilerinin bu radikal eğilimi kontrol altında tutamayacağı kanaati ağır basması da 1980’deki Askeri Darbenin gerekçelerinden birini oluşturmuştur.

Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet ve Saadet; işte bu partilerin siyasal hayatları boyunca her kapatmanın ardından söylemlerinde sekülerleşme daha da barizleşti. Nitekim 19 Kasım 2018 tarihinde İngiliz The Guardian Gazetesi’ne konuşan Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu “İngiliz tipi laiklik” istediğini söylemişti. 2020 yılında ise verdiği bir röportajda şöyle demişti: Laikliğe aykırı olduğumuzu ileri sürerek zamanında bizim partilerimizi kapattılar. Ben buna itiraz ediyorum. Biz laikliğe karşı değiliz, Türkiye’de yapılan laiklik tanımı yanlış. Kavramları yeniden tanımlamamız gerekir. Türkiye’nin ihtiyacı özgürlükçü bir laiklik.”

 “Dinsiz devlet yıkılacak  elbet” sloganlarıyla başlayan siyasal İslâm serüvenin geldiği nokta laikliğin savunuculuğuna dönüşmüştür.

Aslında bu durum İslâm coğrafyasındaki tüm siyasi hareketler için geçerli bir durumdur. 2011’den sonra Tunus’taki Nahda’nın siyasal pozisyonu ülkenin önemli siyasal aktörleriyle uzlaşı gerçekleştirerek Tunus siyasetinin kalıcı öznelerinden biri olabilmek amacı çerçevesinde şekillenmiştir. Uzun yıllar siyasal İslâmi söylemleri dile getiren hareket Tunus seküler sistemi içerisinde yer alabilmek için keskin bir dönüşüm sergilemiştir.

 

Nahda’nın Mayıs 2016’da gerçekleştirilen 10. Kongresinde, parti ideolojisinin artık siyasal İslâmcılıkla tanımlanamayacağı, bunun yerine “Müslüman demokratlar” kavramının kullanılacağının altı çizilerek seküler ilkeler temelinde siyaset yürütüleceği vurgulanmıştır.

Dikkat edilirse Nahda’daki dönüşüm ile AK Parti’nin kuruluşundaki dönüşüm ve söylem birbiriyle tıpa tıp örtüşmektedir. 2002 yılında Newsweek Dergisi’ne konuşan Recep Tayyip Erdoğan partisinin İslâmcı ya da dine dayalı bir parti olmadığını belirterek, “Bizi bu kategoriye Türk basını sokmaya çalıştı.” demişti. Partinin kuruluşunda ve sonrasında Millî Görüş gömleğini  çıkarttık!diyerek partisinin laik demokratik düzlemde Batı ve değerleriyle barışık Muhafazakâr Demokrat bir parti olduğunu dile getirmişti.

Siyasal İslâmcı çizgi olarak tarif edilen demokratik/laik partileşme serüveni büyük hayal kırıklıklarına ve savrulmalara yol açmıştır. Demokratik sistem içerisinde partileşmenin, adı konulmamış hedef olan İslâm Devleti, ulaşılması imkânsız bir ütopya hâlini almış, önce söylemlerden sonra zihinlerden sonra da kalplerden uzaklaşmıştır. Laik sistem içerisinde konumlanarak seçimlerle iktidar olduktan sonra devleti İslâmileştireceğini söyleyenler iktidara geldiklerinde laik devletin savunucusu ve koruyucusu olmuşlardır. Hatta diğer Müslüman ülkelere laikliği bile tavsiye etmişlerdir.

Bilindiği gibi Erdoğan, Arap Baharı sonrası gittiği Mısır’da şöyle demişti: “Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.”

 

Savrulma o kadar barizdir ki bir zamanlar silahlı mücadele yolu ile sistemi değiştireceklerini iddia edenlerde sistemin içerisinde kendisine bir yer edinme mücadelesine girişmişlerdir.

Çizgileri şer’î hükmün belirlemediği  her hareketin ulaşacağı nokta kuşkusuz güce boyun eğmekle sonuçlanacaktır.

Aynı şekilde Mısır’daki Selefi Nur Hareketi de bunun için çarpıcı bir örnektir. Selefi Davet olarak bilinen grup Hüsnü Mübarek’in görevden ayrılmasına sebep olan 25 Ocak 2011 devrimine katılmamıştı ve devrime karşıydı. Zira bu devrim, onlara göre “yöneticiye karşı çıkmaktı” ve caiz değildi. Selefi Davet, siyasi partileri ve gösterilere katılmayı da haram kabul ediyordu. Fakat devrim başarılı olur olmaz büyük bir hızla partilerini kurdular ve kısa süre önce “küfür” olduğu ve “caiz” olmadığını belirttikleri demokratik siyasi sürece girdiler. Mursi’yi deviren askerî darbeyi, ardından Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Sisi’yi desteklediler.

Gelinen noktada fikir ve metottan yoksun İslâmi hareketler en pragmatiğinden sözde en cesuruna en sertinden en yumuşağına kadar tüm akımlar bir şekilde demokratik sisteme entegre olmuş durumdadır. Tam da ABD menşeili RAND Corporation’un hazırladığı raporda hedeflediği gibi demokratik düzlem radikal olarak tabir edilen İslâmi hareketleri dahi eritmiş  ve sistemden bir parça hâline dönüştürmüştür.

Usûlden, asıldan, şer’î hükümden, kırmızı çizgiden yoksun bu siyasi partiler Müslümanları, ehven-i şerreyn ile aldattı ve çıkmaz bir sokağa sürükledi. Onların kimliklerini başkalaştırdı. İslâmi şahsiyetlerini bozdu ve menfaat düşkünü, söyledikleriyle yaptıkları birbiriyle uyuşmayan, dün söylediklerini bugün inkâr eden, güvensiz, sadakatsiz, hakka tabi olmayan, adaleti sadece kendisi gibi düşünenler için arayan bireyler hâline dönüştürdü ki bu, Allah katında büyük bir vebal ve büyük bir cürümdür.

Allah’ın yardımı ise, Allah’ın dinini eğip bükenlere, göz ardı edenlere, öteleyenlere gelmeyecektir. Bilakis tüm zorluklara, tüm sıkıntılara, dışlanmaya, yalnız bırakılmaya, eziyet görmeye, tehditlere, işkencelere rağmen şer’î hükümlere tabi olmada ve Rasulullah’ın metodunu takip etmede sebat edenlere gelecektir. Allah’ın emir ve hükümlerine tabi olmaktan başka maslahat aramayan, Rabbini razı etmekten başka bir menfaat gütmeyen, İslâm’ı, dinin sahibinin göstermiş olduğu metot üzere taşıyan, bu yolda sebat ederek umudunu hiçbir zaman yitirmeyenlere gelecektir.

 

Şayet Allah size yardım ederse sizi yenecek hiç kimse yoktur. Sizi yardımsız bırakacak olursa (Allah’a rağmen) size yardım edecek kim vardır? Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” (3/Âl-i İmran, 160)

Allah’ın nusreti ve yardımı ile zafere ulaşmanın yegâne yolu ise fikir ve metotta sadece İslâm’a bağlı kalmaktır

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve adanagundemi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler 2023 acotr.org https://playdotjs.com/ deneme bonusu veren siteler deneme bonusu veren siteler 2023 casino siteleri deneme bonusu veren siteler